Thursday, February 11, 2016

LECTURE BY SAVAŞ ŞENEL: "IN ORDER NOT TO MISS THE BIG PICTURE" 12/02/2016





LECTURER: Savaş ŞENELTOPIC:" IN ORDER NOT TO MISS THE BIG PICTURE" SEE YOU TODAY,FARABI TALKS
Posted by Farabi Talks on 11 Şubat 2016 Perşembe





-----------------------------
-------------------------

SAVAŞ ŞENEL KİTAPLARI

AZ ACILI VE KALICI İNGİLİZCE-YABANCI DİL ÖĞRENMEK İÇİN PÜF NOKTALARI

Kitabın Tanıtım Yazısı
Kitabın Facebook sayfası
Kitabı buradan satın alabilirsiniz: Kitapyurdu.com



(Kitabı İmzalı Edinmek İsterseniz Bize Yazınız: savassenel@gmail.com)

ÇAY SAATİ İÇİN HAFİF YAZILAR


(Kitabı İmzalı Edinmek İsterseniz Bize Yazınız: savassenel@gmail.com)




(Kitabı İmzalı Edinmek İsterseniz Bize Yazınız: savassenel@gmail.com)

-------------------

Wednesday, March 17, 2010



Devlet Su İşleri/ Bırak Bu İşleri!

Okurlarımla ve fikirlerine değer verdiğim diğer kişilerle, yazılarım hakkında konuşuyoruz. Kimisi: "Yahu ne sızlanıyorsun, bağırsana!" diyor, kimisi: "Kendinden emin tavrın okuyucuyu rahatsız edebilir" diyor. Diğer başkaları da: "Daha keskin yazsanız, daha güzel olur" diyor. "Böyle güzel, böyle yazmaya devam edin" diyenler de var. Bütün bu düşüncelerin sahipleri kendince haklı ve onların yorumlarını önemsiyorum. Derken, bu tür alış-verişler arasında kendi hâlimde yazmaya devam ediyorum.

Zihnim herşeyi dengelemeye çalışıyor; hiç kimseyi tamamiyle suçlu ilan edemiyor; zaten hiç kimse tamamıyla suçlu değil. Aklıma gelen ve hergün görüp-durduğum herşeyi de yazamıyorum. Çünkü en başta bir eğitimciyim; belki benim bu kadar yazmam bile fazla veya abes. Yazılarımı okuyan insanların umutlanmaları, daha doğrusu zaten var olan şeyleri görmelerini istiyorum. Yani yazılarımda ütopya yok; gerçekler var. Ama okurun "gözüne gözüne sokmak" için, belki daha net yazmam lazım; daha canlı, hatta rahatsız eden örnekler vermem gerek.

Belki de: "Türk milleti aptal değil, ama yıllarca onu aptallaştırmak için çalıştılar" demem lazım!

"Sizin "konu-komşu görsün" diye ve sonu gelmez taksitlerle aldığınız arabalar yüzünden sokaklarda rahat yürüyemiyoruz!" demem lazım.

"Babalar, çocuklarınız hayattaki en büyük projelerinizdir, bırakın bu aymazlığı ve ilgisizliği. Oğullarınızla ve özellikle kızlarınızla zaman geçirin; çekincelerinizi çocuklarınıza korkutarak değil, sebeplerini öğreterek anlatın!" demem lazım.

"Patronun hayatta karşına çıkan en acımasız satıcı olabilir; sözgelimi sana bir bilgisayar aldıysa, yükünü hafifletmek için değil de, yükünü artırmak için olabilir, dikkat et!" diye sizi uyarmam lazım!

"Çalışanlar, bazılarınız neden zam alamıyor biliyor musunuz? Çünkü günün kaç saatini internette arkdaşlarınızla sohbet ederek geçirdiğinizi patronunuz biliyor, size ona göre maaş veriyor!" diye anons yapmam lazım!

"Anneler, kapatın televizyonu, bir şeyler okuyun; milletin ayıplarını ve çarpık ilişkilerini içeren programları seyretmeyin; onun yerine çocuklarınızı "haz tüccarlarına" karşı yetiştirin. Bir çocuğun cinsel kimliğiyle bilgileri başkalarından değil, sizden alması lazım!" diye bağırmam lazım.

"Oğlunuzun veya kızınızın senin "ahlaksız" olarak nitelediğin birisi olmasını istemiyorsan, "ahlaksız" olarak nitelediğin kişilerin programlarını onlarla birlikte ve hatta kendi başına bile seyretme!" demem gerek.

"Türk erkeği evde zaman geçiremez! Etliye-sütlüye karışır, hiç bir şeyi düzeltmez ve herşeyi daha karmaşık bir hâle getirir. Çünkü ailesiyle zaman geçirmeye değil, durmadan çalışmaya veya işe gitmeye alışıktır!" mı desem?

İnternet çocuklarınızı ileri zekâlı yapmaz ve eğer kontrol etmezseniz, internet yüzünden hayatın içinde savrulur giderler! Siz saf mısınız, çocuk kendi odasında internetle yalnız bırakılır mı?" demem lazım!

"Erkekler! Kadın görünce, kimyanız neden değişiyor? Neden saçma-sapan davranıyorsunuz? Bütün kadınlar başıboş birer ülke ve sizler de onu fethetmekle ve hatta gerekirse, zorla işgal etmekle görevli askerler misiniz? Anlamıyor, sadece aşık oluyor veya arzuluyorsunuz, neden konuşmayı-anlamayı denemiyorsunuz?" demem lazım.

"Kadınlar, neden kapalı davrandığınız hâlde manupleye açıksınız, sağlam bir kale gibi göründüğünüz hâlde sizi etkilemek ve manüple etmek neden bu kadar kolay? Bu tavrınız sağlam bir duruştan değil de, öğretilmiş ve anlamadan uyguladığınız bir öğretiden geliyor, farkında mısınız?" demem lazım.

"İnternette başı-boş gezen çocuklara rastlıyorum! Beni arkadaş listelerine eklemiş çocukları baba gibi uyarıp, sonra adlarını listelerimden silmekten yoruldum. Bunların anne ve babaları nerde, daha önemli ne işleri var?" diye sormam lazım!

""Paranın ne önemi var, mühim olan insanlık" sözü ne kadar saçmaysa, "para her şeyi satın alır!" sözü de o kadar saçmadır!" diye yazmam gerek.

"İyi, ama nahif olan insanlar, paraya herkesten çok sizin ihtiyacınız var, zengin-varlıklı olmayı hedefleyin, geçinmeyi hedefleyen geçim sıkıntısı çeker, çünkü hedef küçüktür! Bırakın bu saflığı, edindiğiniz çevrenin kalitesini, kendi değeriniz kadar paranızın da miktarı belirler, kendinizi kandırmayın!" demem lazım.

"Kadınlar varlıklı erkeklerle evlenmek isterler; çünkü kadınlar ve çocuklar zariftirler, ihtiyaçları çoktur! Ben de kadın olsam, sevdiğim ve varlıklı bir erkekle evlenmek isterdim" diye yazmam lazım.

"Düşmez-kalkmaz bir Allah! Kimin ne olacağı belli olmaz, ama yine de alkol veya sigara kullanan birisiyle evlenmeyin, çünkü o kişi potansiyel hastadır; eş mi olacaksınız, hasta bakıcı mı? Aha bakın istatistiklere!" diye söylemem lazım!
"Yahu dindar olduğunu söyleyen kardeşim, nasıl bu kadar olumsuz ve umutsuz olabiliyorsun! İnsanlara umut vermen gerekir, ama yüzünde tebessümden eser yok. Ürün veya hizmet satarken, neşelisin, camiden çıkarken yüzün asık, niye?" demem lazım!

Ama yapamıyorum ve daha sakin yazıyorum. Çünkü hepimiz geleneğin inkâr edildiği, hatta lanetlendiği ve yerine sahte ritüellerden başka hiç bir şey konmadığı bir dönemin kırgın ve yaralı çocuklarıyız. Biz büyürken, üzerimize kendi kendisine sinmiş olması gereken şeyleri, kitaplardan, seminerlerde ve çay sohbetlerinde (bunu yapmayı akıl edebilirsek veya birisi elimizden tutarsa) öğrendik. Öğrenmekten gelen sevinle birlikte, geçmişimize dönük acı çektik; çekmeye de devam ediyoruz. Geçmiş bizi daha çok yaraladı. Öğrenenler bilinçten gelen bir acıyla yaşıyor; öğrenmeyenlerse, oyuncaklarla avunuyorlar.

Bir de ben yüklenmemeyim diyorum ve sakin sakin yazıyorum!

Ha bazen diyorum ki kendime: "Senin anlattıkların çok lüks, Savaş Hoca; Devlet su işleri/ Bırak bu işleri!"

Ama yine de devam. Huylu huyundan vaz geçer mi?:)
Aslında "hırçın bir Savaş Hoca" fikri de hoşuma gitmiyor değil, çünkü hırçın da yazsam, umutluyum benç Bazı vitaminler vücutta üretilir, bazıları besinlerle alınır. Umutsa, hem içimde var, hem de dışarda.

Du bi düşüneyim ben bu konuyu!

Bu arada İngilizce yazmaya ağırlık vereceğim; dünyaya açılacağım.

"Balın olsun çanakta, arısı gelirmiş Bağdat'tan!"

Siz vakit buldukça okuyun, rahat olun. Bütün dünya benim!

Haksız mıyım?
------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
---------------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN:
savassenel@hotmail.com
savassenel@savassenel.com
Skype: savas.senel
Twitter: savas senel
Facebook: savaş şenel
-------------------

Friday, December 18, 2009


Yeni yılı kucaklarım, ama o da beni kucaklasın! Onu farkındalık içinde ve ayık bir durumda bekliyor olacağım!
Yeni yıl, daha doğrusu yılbaşı yaklaştıkça, bana bir dolu etkinlik duyurular geliyor. Bunların bazıları, “limitsiz içki” veya “limitsiz yerli içki” ikramları da içeriyor. “Limitsiz umut” veya “limitsiz hedefler” diye bir teklife rastlamayınca, ben de bu davetlere veya programlara pek sıcak bakamıyorum!

Ben her anı, her saniyeyi, her dakikayı, her saati, her günü, her yılı, ( "veya her yüzyılı" dersem fazla olur!) oldukça ayık bir durumda ve farkındalık içinde karşılamak istiyorum. Evet, sıkıntıdan, acıdan, bir türlü durmak bilmeyen düşünce akışından veya çağrışımlardan dolayı, benim de bunaldığım olmuştur. Bu türden durumlarda: “Acaba kafamı duvara vursam, bütün bu beni yoran akışı, bir saati durdurmaya benzer bir şekilde, durdurabilir miyim?” diye kendime sormuşumdur da. Ama her zaman, acımı da neşemi de ayık bir kafayla kucaklamak istedim ve sanıyorum hep de öyle oldu!

Alkollü içki içen herkes sarhoş mu oluyor? Elbette hayır. Ama bunların bir kısmı benim "usta içiciler" olarak adlandırdığım ve nerede duracaklarını bilen kişiler. Bu türden kişilerin de "ustalaşmaları" eminim ki bir süreç ve bedel almıştır! Alkol alıp da sarhoş olmayanların diğer bir kısmı da gerçekten sarhoş olamayanlar. Başka bir grubu da, düzenli içiciler oldukları için, artık düşük doz içeren miktarlarda kolayca sarhoş olamayanlar. Bu üç gruba ait olan kişilerin sayıları da fazla değil. Benim kişisel gözlemim bu.

Alkolün beni en çok ürküten yanlarından birisi, algılanan gerçekliği değiştirmesi; başka bir deyişle insanın algısı ile dışında yer alan gerçeklik-dünya arasına girebilmesi. Bu durum, hem kişinin fizik dünyası hem de iç dünyası için mümkün ve kuvvetle muhtemel. Mesela alkollü bir sürücü, bazı renkleri göremeyebiliyor, dolayısıyla o renkteki bir arabayı veya cismi görmeyebilir ve ona çarpabilir. Veya kendi bedenini algılayamayabilir ve “Supermen” veya “Superwoman” gibi davranabilir.

Gelelim beni alkolle ilgili olarak en çok ürküten şeye: Bu ürkütücü şey, kişinin değerleriyle ilgili algılarındaki oynama. Mesela hipnoz altındaki bir deneğe değerlerine aykırı bir şey yaptıramazsınız; sözgelimi, normal şartlarda, alkollü içki kullanmayan birisine, alkollü bir içeceği meyve suyu diye tanımlayıp, yani onu kandırıp içmesini sağlayabilirsiniz, ama sunulan şeyin alkollü bir içki olduğunu söylerseniz, içmeyecektir. Fakat ama alkollü-sarhoş birisine, onun değerlerine veya ilkelerine aykırı olan ve ayıkken yapmayacağı şeyleri yaptırabilirsiniz. Bir gazetede okumuştum: Aşırı alkol almış ve sarhoş olmuş iki hırsız, polis arabası çalarlar. Arka koltuktaki şişelerde duran kan örneklerini meyve suyu sanıp içerler! Tabi ki bu uç bir örnek, ama şunu unutmayalım, zaten onlar da “kan içici” değiller, kan şişelerindekini meyve suyu sanmışlardı. Yani öyle gördüler veya gördüklerini deşifre edemediler. Fakat tadındaki farkı bile anlayamamışlar!

Değerler algısındaki oynama, beni çok, ama ürkütüyor. Neden mi?

Çünkü sarhoş olma hâli, farkındalığınızı alıyor. Yani ne yaptığınızı gerçekten bilmiyor olabilirsiniz veya içinizde kıpırdayan; hoşunuza gitmeyen ve ayıkken başa çıkabildiğiniz bir tutku, bir istek veya bir "canavar", siz alkollüyken açığa çıkabilir. Bu bir düşünce, bir fikir veya bir tavır olabilir. Herkesin böyle bir “canavarı” veya” canavarcığı”olduğuna inanırım. Bu canavar veya canavarcık, bizim kişisel bir sınavımız veya çilemizken, alkol bunun herkesin sorunu olmasına yol açabiliyor!

Diyorum ki: En iyisi acıyı da neşeyi de ayık bir kafayla ve bazen gerçekten zor da gelse hayata karşı duyulan bir farkındalık içinde kucaklamak.

Kendimi ele alırsam, hayatım sürekli öğrenmekle geçti; Kendimi, ailemi, öğrencilerimi, kadınları, erkekleri, bilgisayarı, interneti ve diğer bir sürü şeyi anlayabilmek ve hayatımdaki yerlerini belirlemek için çok zaman harcadım. Şimdi söz gelimi ehliyet alıp araba sürmeyi öğrenmek bile bana zor geliyor; E geç de kaldım sayılır. Bir de düşünün yani: Bu yaştan sonra bir yılbaşı balosunda içkiyle tanışmak nasıl olur? Kendimi de alkolü de tanıyorum, ama ikisi bir arada nasıl olur, hayal bile edemiyorum! Bu birliktelik, beni gençliğimden beri ürkütmüştür. Belki korktuğum gibi bir şey değildir, ama ya öyleyse! Denemeye gerek var mı?

En iyisi, sakin bir yılbaşı; yakın çevremden kişilerle, sakin bir akşam, güzel yemekler, tombala, tabu gibi neşeli oyunlar, uzun sohbetler veya uzun sessizlikler; belki patlamış mısır ve güzel bir film. E bu yaştan sonra ve bence her yaşta en iyisi bu!
----------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
---------------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com
savassenel@savassenel.com
Skype: savas.senel
------------


Öğrencilik, bekârlık, ev sahipleri ve komşular


Bekârlık-Öğrencilik anılarım
Üniversitedeyken arkadaşlarımla birlikte kalıyordum. O zamanlar, evimizi ısıtmak için soba yakıyorduk. Derken bir gün komşular, daire kapımızın önünde durup, tesadüfen olamayacak bir şekilde seçilmiş ve: "Kömürlükten kömür çalınıyormuş, kim çalıyor acaba?" gibi cümlelerle konuşmaya başladılar. Yani, bizim kömür çaldığımızdan kuşkulanıyorlardı! Hâlbuki, kapımızı çalıp bizimle konuşabilirlerdi: "Çocuklar, bir ihtiyacınız var mı?" gibi ifadelerle durumu anlayabilirlerdi.:) Aklınıza bir şey gelmesin; kömürlerini biz çalmıyorduk! Belki de hiç kimse bir şey çalmıyordu!
Bekârsanız ve bir de öğrenciyseniz, serserî olsanız bir dert, efendi olsanız bir dert! Ev sahibinin avukatı, kira kontratı yapmak için ziyarete gelmişti ve bize şunu söyledi: "Siz ne biçim gençlersiniz? Ne gürültü yapıyormuşsunuz ne de başka bir şey! Niye başka gençler gibi davranmıyorsunuz?" Hâlbuki bizim gibi gençlerin sayısı da az değildi; bizler, sıklıkla rastlanabilecek ve ailelerini mahcup etmek istemeyen gençlerdendik! Sonra bu avukat, kendisinin nasıl bir gençlik yaşadığını falan anlattı. E biz de bayağı bir dersler aldık(!) O gidince biz yine güzel hayallerimizin peşinde; derslerimize çalışmaya ve kitaplar okumaya devam ettik. Bu şekilde yaşamayı seviyorduk!
Komşunun ikramımıza tepkisi

Bir akşam, bu sayfanın adına ilham veren şekerpare tatlısından yapmıştık ve karşı komşumuza götürmeye karar verdik ve bu görev bana düştü. Yani PR (Halkla ilişkiler) olayına merak saldıydık; hani "komşularımız, bizi bilsinler; tanısınlar, ürkmesinler" konusu... Ben kapıyı açmış olan evin hanımına-annesine tatlı tabağını verince, bana ters bir bakış fırlattı; tabağı aldı, mutfağa götürdü ve sonra yine soğuk bakışlarla tabağı boş olarak geri verdi. "Yoksa tatlıları çöpe mi attı?" diye düşünmekten kendimi alamadım! Bu durumu arkadaşlarıma anlatınca: "Yapma ya! Onun kızı vardı, yanlış mı anladı acaba?" falan diye mahcup olduk! Hani kızınızla ilgileniyorum vs gibi bir anlam çıkmış olabilirdi. İlgisi nedir bilmiyorum, ama aklımıza bu gelmişti.

Yukardki olayın farklı bir çeşidini de başka bir semtte yine arkadaşlarıyla yaşayan bir tanıdığımız anlatmıştı: Bu arkadaşlar, "bekârız apartman halkı rahatsız olmasınlar" diye etrafa fazla bakmadan, ilgisiz bir tavırla ve efendice gelip-gittiklerinden olsa gerek, karşı komşularının kızı annesine: "Yahu bunların hepsi de genç, birisi bile göz ucuyla bana bakmıyor, bunlar mı bir tuhaf, yoksa ben mi çok silik bir tipim" diye dert yanmış!E ben de genç bir bayan olsam, aklıma bu gelirdi!
Evi su basınca
Bir gün, unutkanlığımızdan mı, derse yetişme kaygısından aceleyle ettiğinden mi bilemiyorum, birimiz evden çıkarken bir çeşmeyi açık bırakmışız ve dairemizi su basmış. Alt kattaki asker emeklisi komşumuz bize geldi ve dedi ki: "İyi çocuklarsınız, bir yaramazlığınızı görmedim. Ama evinizi çekip-çeviren bir bayan yok. Bizim salon mahvoldu. Şimdi sizden bedelini istesem, paranız yoktur. Siz en iyisi kendinize başka bir yer bakın" dedi. Sonra oradan başka bir yere taşındık; bu yeni yerde daha dikkatli davrandık ve bir daha dairemizi su basmadı!
Bir kilo kıyma!
Günlerden birisinde, evdeki herkes parasız kalmıştı. Buzdolabında da bir kilo kıyma var ve başka hiç bir şey de yok! elimizdeki parayla sadece 2 alabilecek durumdayız. Evde de bir misafirimiz var, yemek yapmamız gerekiyor. Basladik kıymayı kavurmaya... Misafirin yanında "paramız yok" diyemiyoruz. Arkadaş da nazik bir çocuk; belki durumu anlıyor ve kibarca: "Ben bir şeyler alayım; benim de bir katkım olsun" filan diyor, ama biz de: "Yok yahu ne gerek var! Bugün de böyle olsun canımız et çekmişti zaten!" vs gibi cümlelerle sıyrılmaya çalışıyoruz. Neyse, o günü kıyma yemeği yiyerek öylece atlattık!
Artık sıra bizde
Öğrenciyken arkadaşlarımızla kaldığımız dönemde, genel itibariyle insanlardan sevgi gördük ve bize çok sahip çıkıldı. Gelir durumları farklı olsa da; zengin gönüllere sahip bulunmak gibi ortak bir özellikleri olan bir çok aile bizi evlerine yemeklere, kahvaltılara veya çay içmeye davet ederlerdi. Bunlar güvendiğimiz insanlardı. Görünüşte ikram eden onlardı ve biz de onlara müteşekkirdik, ama bu ikramlardan çok keyif aldıklarını ve mutlu olduklarını görürdük. Yani biz de onlara saygımızla, neşe veriyorduk. Bir çok arkadaşımız, ailesinden uzaktı ve bazen hüzünlenirlerdi. Ama ailelere yapılan bu ziyaretler, onlara neşe verirdi. Özellikle, başka illerde eğitim alan çocukları olan aileler bize ister-istemez daha yakın davanırlardı. Çünkü bizde kendi çocuklarını görürlerdi, Çünkü bizler de ailelerimizden uzaktık.
Şimdi büyüdük, sıra bize geldi ve öğrencileri evimize davet ediyoruz! Görünüşte masraf yapıp ikram eden biziz, ama aslında bundan aldığımız büyük bir mutluluk var, Yani azcık bir masrafla bu kadar güzel bir neşeyi yakalayabilmek, harika bir şey!
Öğrencilerle neşeli saatler geçirirken, geçmişi hatırlıyorum: Yaşadıklarımız, güzel günlerdi, ev arkadaşlarım güzel çocuklardı, şimdi hepsi bir yerlerde, güzel işler yapıyorlar!
------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
-------------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com
savassenel@savassenel.com
Skype: savas.senel
--------------------------


Wednesday, October 14, 2009


En Çok Satan Değilse de, En Çok Sorulan Kitap Bende! Dert Bende, Derman Sizde!

Önce kendim için yazdığım yazılar, okurlarını bulunca artık onlar için de yazmaya ve “şöhretinizin biçimi sizi esir alır” sözünü yaşamaya başladım. Hep ümit veren yazılar yazıp bu şekilde tanınınca, dertlenen yazılar yazmak “imajıma” uymaz oldu. Bir okurumun ilginç bir cümlesiyle irkildim ve kendime geldim: “Üzüntüleriniz olduğundan eminim. Ama o kadar çok insan size bakıyor ki, bunları yazamıyorsunuz!”

İçinde gerçek payı olan bir cümleydi bu ve dedim ki: “Yeter artık! Açıl rahatla gari!” Şimdi dert yanma sırası bende. Duygulu ve biraz da “rahatsız” olmayan birisi bu kadar şey yazabilir mi? Durum baştan belli. Ben dertsiz bir insan değilim, daha önce de söylediğim gibi “hüzün toplayan, ama neşe dağıtmaya çalışan bir şairim!” Yakışıklı olduğum kadar duygusalım da!

Şimdi gelelim şu aralar neyin daha iyi olması istediğime. Kitabım çok soruluyor, ama bir yandan da bulunamıyor. Şekillenen istatistiklere göre, 3 kitapçıya sorarsanız, dördüncüde bulabiliyorsunuz. Yayınevinin deposunda az bir miktar kitap kaldı. Ama kitapçılarda yok. Web sitelerinden alışveriş yapmak bizim için yeni ve detaylı bir kavram ve özellikle genç öğrenci okurlarımın kredi kartları da olmadığından durum zorlaşıyor.

Bu sefer en önemli noktalar kitapçılar oluyor. Türkiye’min birçok yerinden e-mailler veya mesajlar alıyorum: “Hocam sizin kitabı soruyoruz, bulamıyoruz” diyorlar. Okurlarla karşılıklı ağlaşıyoruz: “ne yapsak ne etsek” diye!

Bu konuda çaba gösteren herkese müteşekkirim ve bir yandan da onları tebrik ediyorum. Sadece benim kitabımı aradıkları için değil, bir kitabın peşine düştükleri için, onca işin arasında kitapçıları üşenmen dolaşıp bir kitabı arayıp-sordukları için.

Şimdi bu konudaki vizyonum nedir onu sizinle paylaşayım. Kitabımın bu yıl 10 baskı yapmasını ve diğer yazılarımın da kitap olmasını istiyorum. Çok şey mi istiyorum? Çok ise de yine istiyorum. Endişelenmeyin sizden değil, Allah'tan istiyorum; e sizden de destek istiyorum. Sizden Bunu isteyemez miyim? Tabi ki isteyebilirim!

Peki bu konuda ne yapabiliriz? Şunları yapabiliriz:

1. Kitabımı almış olsanız da çevrenizdeki kitapçılara sorunuz. "Biz de yok" derlerse yayınevine ulaşıp sitem edebilirsiniz: Neden Kitapevi: 0212-438 47 70 info@nedenkitap.com

2. Onların hayatlarına bir değer ekleyeceğine inanıyorsanız, kitabımı tanıdıklarınıza tavsiye ve dahi hediye edebilirsiniz. Benim kitabımı tanıttığım bir konuşmam var; bu ses dosyasını benden istediğiniz takdirde size hemen göndeririz.

3. Kitabımla ilgili olarak küçük bir grupla da olsa benimle sohbet etmek isterseniz, beni davet edebilirsiniz. Bunun için tabi ki bana önceden haber vermelisiniz. Asistanım davetinizle ilgilenip size gün verecektir.


4. Yine kitabımı tanıtan bir yazı bulunmaktadır. Bu yazının linki aşağıda verilmiştir; yazıyı tanıdıklarınıza iletebilirsiniz.


Bu konuda işe yarayacağını düşündüğünüz önerilerinizi bekliyoruz. Kitabımın tavsiyesinde temel ilke, benim yazılarımın ve kitabımın başkalarının hayatlarına bir şeyler ekleyebileceğine inanmanızdır. Hiç kimseden inanmadığı bir konuda destek beklemem, çünkü ben de inanmadığım bir konuda çalışmam, çalışamam.

Merak ettiğiniz ayrıntılar için bana e-mail yazabilirsiniz, zaten yazıyorsunuz da…
----------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
---------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
”Hayatı Iskalama Lüksün Yok!” adlı kitabın tanıtım yazısı
------------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com
savassenel@savassenel.com
-------------



Wednesday, September 30, 2009


HAYATIMDAN KOMİK BİR OLAY: KAPI DİNLEME HİKÂYESİ


Bir zamanlar, bir özel ders bürosunda çok zengin bir ailenin çocuğuna ders veriyordum. Farklı, zor ve o derecede istikbal vaat eden bir delikanlıydı. Zaman içinde onunla anlaştık. Ona farklı branşlardan ders veren birkaç kişi daha vardı ve hepsi de kendi alanlarında iyi öğretmenlerdi. Öğrencimiz, üniversiteye dil-İngilizce puanıyla hazırlandığı için benim ders saatlerim biraz daha fazlaydı ve dolayısıyla öğrenciyle en çok zamanı geçiren kişi bendim. Bununla birlikte diğer öğretmenlerin de bu konuda en az benim kadar önemli birer rolü olduğunu da biliyordum.

Bir süre sonra, ders bürosunun sahibi olan öğretmen arkadaşım bana, dersler sırasına bizim kapımızı dinlediğini söyledi. Bunun üzerine ben de gülümseyerek bizi bu şekilde dinlemesine gerek olmadığını, isterse kapıyı açık bırakabileceğimi söyledim! Çünkü kendi personelinin gözünde komik duruma düşüyordu! En çok üzüldüğüm şeylerden birisi de şuydu: Öğrencinin yüzüne gülerken, arkasından ağır şeyler söylerdi. Ben birkaç kez, delikanlının biraz farklı olduğunu, ama temelde iyi ve istikbal vaat eden bir genç olduğunu söyleyip onu sakinleştirme gereği duymuştum.

Arkadaşımın kapıyı neden dinlediğiniz sonradan anladım: Benim öğrencisini “ayartıp” kendi büroma götüreceğimi sanıyormuş ve bir yıl boyunca bu endişeyle yaşamış! Aslında, çocukla kendi ofisimde ders yapmamın da bir sakıncası yoktu, çünkü takım kaptanı o arkadaşımızdı, öğrencinin velisi olgun birisiydi, ona saygı duyuyordu ve ders ücretleri de onun hesabına yatırılıyordu. Ayrıca bir toplantı sırasında öğrencinin babası oğlunun benim ofisime gelmesini istemişti ve ben de ofisimin bir öğrenciyi ağırlamaya pek müsait olmadığı bahanesiyle, bu öneriyi kabul etmemiştim. Zaman geçti ve öğrencimiz, (sadece benim yapacağına inandığımı belirttiğim) iyi bir sayıda net yaparak istediği üniversiteye girdi ve yeterlilik sınavında başarılı olarak hazırlığı da geçti. Bu arada sıra bölüm derslerine gelmişti.

Benim bu gençle ders dışında doğrudan temasa geçmem bile yasaktı! Bir gün öğrencimiz derse çok geç kalmıştı ve ben de artık onu beklemeyeceğim için, o deniz otobüsüne binmeden haber verip zaman kaybetmesini engellemek istedim. Bu sebeple ona mesaj attım ve bu yüzden ders büronun sahibi bana sert bir şekilde çıkıştı ve ben de onunla çalışmayı bıraktım. Hâlbuki ben en önemli dönemleri ve kozları kullanmamıştım! Arkadaşım, her şey kontrol altına almak isteyen bir havadaydı. Tabi ki durum öyle değildi ve onun bilmediği şeyler vardı:

Birincisi, öğrencim yıl boyunca farklı zamanlarda ofisime çay sohbetleri için gelmişti. İkincisi öğrencinin babasıyla da onun kendi ofisinde birkaç kez görüşmüştük. Fakat bu durumu, her şeyi kontrol ettiğini sanan hocamız bilmiyordu! Çünkü bu gereksiz bir kontrol anlayışıydı. Ayrıca gerek öğrenciyle gerek babasıyla görüştüğümüzde, özel ders bürosunun sahibi olan bu arkadaşımızı övüyordum, çünkü alanında iyiydi ve bütün düzenlemeleri o yapıyordu. Ama ne yazık ki, ben onu arkasından överken, o da benim öğrencisini çalacağımı düşünürmüş ve kapıları dinlermiş!

Aslında öğrenciyle ve babasıyla ders dışında da görüştüğümüzü o zaman ona söylemek ve onu utandırmak mümkündü, ama bu öğrenci ve babasıyla benim aramda kalması gereken küçük bir sırdı. Ayrıca, benim bu arkadaşımı ayrıca cezalandırmama gerek yoktu, çünkü zaten bu düşünce tarzının başına açtığı çok ciddî ve kişisel sorunlarla uğraşıyordu! O konularda da onu uyarmıştım!

Arkadaşımın “gerzek” korkusu bir yana, ziyaretlerim sırasında beni ayakta karşılayan ve öğrencinin babası olan beyefendi: “Savaş Hoca böyle bir şey yapmaya teşebbüs etmedi” gibi basit bir cümleyi kurup durumu arkadaşımıza söylemedi veya benim haberim yok! Beklediğim şey, derslere devam etmek değildi, birisinin delikanlıca “o adam öyle bir şey yapmadı ve yapmaz” demesiydi, ama bu olmadı!

İçime dert olmuş ki, üzerinden çok zaman geçtiği için bu olayı anlatıyorum.
-----------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
------------
savassenel@savassenel.com
savassenel@hotmail.com
Skype: savas.senel

------------








Biraz paranız var, doğru! Ama hâlâ magandasınız!


Akademisyen arkadaşlarım bana birkaç olay anlattılar ve benim yaşadıklarım da üstüne gelince şu sonuca vardım: Toplumu dönüştüren ve bir anlamda gizli terapi-iyileştirme yapan eğitimciler, akademisyenler, bilimciler, yazarlar vs ticaretle ilgilenmedikleri için bazı kişilerce saf-naif görülüp-kınanmakta. (Bu arada fotoğraftaki naif kedicik de bu magandaları kınıyor! :))

Ben de bunun üzerine bazı projeler geliştirdim!: Mesela filologları ithalat-ihracat işine teşvik edelim! Çünkü bir veya birkaç dili ileri derecede biliyorlar. Konusunu iyi sunan eğitimcileri, tezgâhtar yapalım. Çünkü ikna ve açıklıkla anlatabilme becerileri var. Psikologları özellikle bayanlara hizmet eden mağazalarda tezgâhtar olarak istihdam edelim. Çünkü bayanların dikkatli ve detaycı oldukları, kolay beğenemedikleri ve dolayısıyla onlara hizmet vermenin anlayışlı olmayı gerektirdiği söylenir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün!

Ama: “Bizim ailelerimizi kim eğitecek? Hayatla ilgili sorunlara bizim yerimize kimler çözüm bulacak? Çünkü bizim vaktimiz yok!” derseniz, ben de size bu soruları “magandayım, ama para bende!” ilkesiyle yaşayanlara sorun derim. Gördükleri bir akademisyene, eğitimciye veya yazara “sizin alanınızla ilgili, ortak ve iki tarafa da yararlı olabilecek projeler bulabilir miyiz?” gibi bir soru sormak yerine, onların ne denli saf olduklarını ima eden: “Neden Çin’den bisiklet, oyuncak vs getirmiyorsun? Daha çok parayı kazanmıyorsun?” gibi zekice sorular soran insanlardır bunlar!

O “maganda”, çocuklarından habersizken, çocukları okuldaki öğretmene veya benim yazılarıma emanettirler ve iyi niyetli eğitimcilerin ve yazarların işlerini yapmaya devam edebilmeleri lazım. Ama maganda işte, bizler meydanı bırakırsak, kimlere kalır anlayamıyor!

Eğitimcilere, akademisyenlere, yazarlara ve benzeri kişilere iş teklifi yapılmaz demiyorum elbet! Onlara ticarî teklifler de yapın. Ama bu teklifleri onlara nezaketle ve onların ilgi alanlarını saygılı bir tavırla götürün diyorum!.

Islah olmaz magandalar için bir teklifim var: Tamam, biz yazarlar, akademisyenler ve benzeri işleir yapan kişiler bu işleri bırakalım, siz de çocuklarınızı bakkala, bankaya, berbere, ithalat-ihracat şirketinizin çocuk yuvasına vs'ye bırakın!

Nasıl teklif ama!

--------------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
--------------------
savassenel@savassenel.com
savassenel@hotmail.com
Skype: savas.senel

---------------------




Kahveden ofise: Nerelerde yazmışım!

Bir süre öncesine kadar, çalışmakta olduğum kurumlardaki ofislerim dışında, kendime ait bir ofisim yoktu. Mesai saatleri dışında kitaplar yazıyordum. Evde bir çalışma odam olmasına rağmen, orada çalışmak da zor oluyordu. Derken bizim semtte, yani Üsküdar'da bulunan bir kahvede yazmaya başladım.

Laptopumu alıp “sote” bir masada oturup-yazıyordum. Kahvehane kültüründe herkesi olduğu gibi kabul etmek vardır. Bir süre, nedense benden bir şekilde rahatsız olan bir garsonla mücadele ettim! Bana dik dik bakar ve çayımı masama ilginç bir şekilde bırakırdı! (Fotoğraftaki garson başkası, o değil!) Ona sürekli olarak, yüzümde dalgın bir gülümsemeyle teşekkür ettiğim için, en sonunda benim kendi hâlinde ve saf bir tip olduğuma karar verdi de arkadaş olduk! Kahvehanede, kendi hâlinde yazan bir öğretmen-yazar olarak her zaman saygı gördüm.

Bazen denetleme sebebiyle kahveye gelen polis memurlarının “bu bilgisayar senin mi?” veya “sen buranın nesine bakıyorsun?” gibi “kankaca” soruları ve benim “evet benim lap topum, ödünç lap top kullanmam” ve “ben sadece bu masada olup-bitenleri bilirim!” gibi komik cevaplarım olurdu! Yazdığım kitap basılıp-piyasaya çıktığında, kahvehane sahibine de bu kitaptan hediye etmiştim. O da bir süre sonra: “Hocam, ben de hayatımı yazmak istiyorum” falan demeye başlamıştı! Şu anda, nasıl olup da, o şartlar altında o kitapları yazdığıma inanamıyorum!


Daha sonra yine Üsküdar’da bir yer tuttum. Bütün kitaplarımı, dergilerimi vs buraya taşıdım. Artık kahvehaneden mezun olmuştum, ama ne bir kâğıt oyunu ne de başka bir oyun öğrenememiştim! Bu yeni yer, yani ofisim yazılarımın doğduğu yer oldu. Sessiz ve sakin bir ofise sahip olmak, bana daha çok düşünebilmem ve yazmam için eşsiz bir fırsat vermişti.


Burası yazılarımı yazdığım, arkadaşlarım, öğrencilerim ve en sonunda da okurlarımla görüşüp keyifli sohbetler yaptığımız bir yer olarak hayatımda çok önemli bir yere sahip.


Şimdilerde daha büyük bir yere taşınmak istiyorum. Ama bir süre sonra çevre düzenlemeleri sebebiyle yıkılacak olan bu binadan-ofisimden en azından yıkılana kadar ayrılamayacağımı düşünüyorum: Daha büyük bir yer tutsam bile, burasını bırakmak istemiyorum. Yalnız kalmak istediğim zamanlarda buraya gelmek, masamın karşısındaki koltuğuma oturup kitap okumak veya masama geçip-yazmak, yine yazmak istiyorum.

Galiba, benim burada bulduğum şey, sükûnetti ve ben galiba sükûneti seviyorum!
--------------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
--------------------
savassenel@savassenel.com
savassenel@hotmail.com
Skype: savas.senel

---------------------



Friday, May 01, 2009


ÜSKÜDAR BELEDİYESİNİN AZİZLİĞİ VE İKİ DANİMARKALI TURİSTLE YAŞADIĞIM KOMİK MACERA

Benim en çok keyif aldığım şeylerden birisi, ofisimde sakin saatler geçirmektir. Dışarı çıkmamı gerektiren bir durum yoksa, ofisimde okumak, yazmak veya bir misafiri ağırlamak, en büyük zevklerimdendir. Ama bazen de dışarı çıkar yakında bir yerde oturur çay içer, tanıdıklarla laflarım! Elbette benim gibi bir yazarla zaman geçirmek, mahallemde yaşayan insanların da hakkı! Onları da ihmal etmem!

Yine böyle bir gün dışarı çıktım ve Üsküdar’ın meşhur yerlerinden olan Hünkâr Börek ve Pide salonuna gittim. Sevgili dostum Zeki Beyle laflarken, mekâna iki turist girdi ve tezgâhta duran arkadaşımıza bir şeyler sordular, ama anlaşamadılar. Durumu görünce ben kalkıp, tercümanlık görevini üstlendim. Tabi börekçideki bir garsonun onlarla bu şekilde iletişime geçmesi onlara ilginç geldi! Ben garson olmadığımı açıklayıncaya kadar, bizim garsonların kültür düzeyine hayran kaldılar!

Bu arada, börekçi deyip geçtiğimi düşünmeyin! Bence, Üsküdar’da her dükkânda İngilizce bilen kişiler olmalı. Çünkü Üsküdar’ın turistler için müthiş bir cazibesi var ve ne Üsküdar Belediyesinin ne de Üsküdarlıların tam olarak bunun farkında olduklarını düşünmüyorum! Derken börek yemeye gelmiş olan Danimarkalı bu çiftle sohbete başladık; onları masaya buyur ettim ve siparişleri gelince onları kendi hâllerine bırakmak üzere kendi masama çekildim. Daha sonra onlara çay ikram ettik, soruları üzerine sohbete başladım ve izin isteyip yanlarına oturdum. Bu çiftten erkek olanı, Gert Vincent, bir müzisyendi. Elektro-gitar çalıyordu. Bayansa, Vibeke B. Krog (web adresini aşağıda verdim) kilden ilginç tasarımları ve sanatsal-estetik değeri olan çömlek, vazo gibi şeyler yapıyordu. Bu bayan, Türkiye’de renklerin çok parlak ve hayatın çok renkli olduğunu, Danimarka’da ise her şeyin sade ve renklerin bile soluk olduklarını ve Danimarka sanatının “sadeliğiyle ve yalınlığıyla” ün yapmış olduğunu belirti.

Derken onlara Fatih Sultan Mehmet’in bir Rum Mimarla kadı karşısına çıktığı ve sonunda Fatih Sultan Mehmet’in haksız olduğu hükmünün verildiği rivayet edilen ilginç duruşmadan söz ettim. Bu davanın yer aldığı söylenen “Mahkeme Binası” Üsküdar’dadır ve “Fatih’in Mahkemesi” diye anılır. Bu olay ve olayın geçtiği söz konusu bina, bu Danimarkalı çiftin ilgisini çekti. Bunun üzerine ben de onlara isterlerse oraya gidebileceğimizi, çünkü binanın yakında olduğunu söyledim. Onlar da bunu bu teklifimi kabul ettiler ve birlikte yola çıktık.

Ben, o binanın yerini başka bir binanın yeriyle karıştırınca biraz dolaştık! Bunun üzerine, turistlerden erkek olanı neden onlara yardımcı olduğumu ve onlardan para isteyip-istemediğimi sordu! Ben de kahkahayı basıp İspanyolca ve İngilizce olarak “nada-nothing” yani “hiç bir şey” istemediğimi söyledim. Aslında: “Siz benim ederimi ödeyemezsiniz, paranız yetmez!” diyecektim, ama vazgeçtim!

En sonunda binayı bulduk ve dolaştık. Turistler, sanıyorum, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi hep saraylara, büyük ihtişamlı yapılar vs. gibi gösterişli binalara alıştıkları için bu bina onlara çok yalın geldi. Hâlbuki olayın güzel yanlarından birisi buydu! Ben de bunu Fransa’da-Paris’te görmüştüm! Halktan en hayatî şeyleri esirgeyen yönetimler, her yeri saraylar veya saray yavrularıyla doldurmuşlardı! Şimdi turistlere “satılan” bu görüntünün geçmişi aslında acı ve zulümdü! Ama İstanbul öyle değildi!

Ayrıca bir fatihin, yani Fatih Sultan Mehmet’in dava edilen kişi ve sıradan bir bir vatandaş olan bir Rum mimarın da “davacı” olarak mahkemeye çıktıklarını ve sonuçta imparatorun suçlu bulunduğunu anlatıyorsunuz. Böyle bir yerin bütün dünyaya tanıtılması gerekirken, hiç bir ihtişam, izah, canlandırma İngilizce bir tabela veya not göremiyorsunuz! Binayla ve konuyla ilgili herhangi bir İngilizce doküman da bulamıyorsunuz! Bu sefer, bu “turistçikler”, sanıyorum benim abarttığımı ve onları aslında sıradan bir binaya getirdiğim hissine kapıldılar!

Hatta erkek olanı bana: “Burada ilginç bir şey yok bile” dedi! Ben de: “Doğrudur, Avrupa’da her hafta sıradan bir vatandaş her hafta bir kralı dava ediyor herhalde!” diyecektim ki kendimi zor tuttum!

Neyse bu iki turisti yolcu ettim. Sonraki gün, tesadüf bu ya, sonraki gün bir arkadaşım beni ofisine davet etmişti. Bu arada da Üsküdar’ın yeni belediye başkanını, Mustafa Kara Beyefendiyi ziyarete gideceğini söyleyip beni de yanında götürdü! Ama kendileri o sırada dışarıda olduklarından yardımcılarından birisiyle konuşma şansımız oldu ve bu olayı anlatıp bloglarımda yazacağımdan söz ettim. İşte yazdım da!

Üsküdar Belediyemize sesleniyorum!

Üsküdar’da turistlere hizmet verecek bir merkez istiyorum! Ayrıca bütün eski ve tarihî yapılara İngilizce tabelalar ve açıklamalar konmasını rica ediyorum!

Ben bedavaya hizmet vereyim, turistleri gezdireyim, onlardan kuruş almayayım, e bir de yalancı mı görüneyim? Bana reva mı bu?

Şaka bir yana, yukarıdaki taleplerim konusunda ciddiyim!

Çünkü daha önce de söylediğim gibi Üsküdar’ın turistler için müthiş bir cazibesi var. Mesela benim ofisimin yer aldığı binanın ve Selamsız dolmuş durağının bulunduğu küçük meydan, camisi, kıraathanesi, bakkalı, manavı ve diğer dükkânlarıyla artık örneği fazla kalmamış tipik bir “Türk Mahallesidir” ve turistler için çok ilginç bir yerdir.

Okuyun yazımı! Duyun sesimi!
----------------
Savaş ŞENEL: Vizyonu, Misyonu ve Değerleri
----------------

Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Fatih’le Rum Mimarın Hikâyesi
Üsküdar Belediyesinin Websitesi
Üsküdar Fotoğraf Albümü (Günümüz)
Üsküdar Fotoğraf Albümü (Eski)
Kahveden Ofise: Nerelerde Yazmışım!
Bayan Vibeke B. Krog’un web sitesi
Turistlerle ve yerlilerle ilgili diğer anılarımdan örnekler içeren bir yazım
İngilizce-yabancı dil öğrenmekle ilgili yazılarım
İngilizce öğrenmek konusunda yararlanabileceğiniz kaynaklar
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
savassenel@hotmail.com
savassenel@savassenel.com

Friday, January 23, 2009


HAYATINIZI VE HAYALLERİNİZİ SEVDİĞİNİZ BİR İŞİ YAPARAK KAZANABİLİR MİSİNİZ?

Hayatını ve hayallerini sevdiği işten kazanmak hem keyifli hem de zor bir girişimdir!


Birinci zorluk şudur: Yapmak istediğiniz iş, sizin eğitim aldığınız alanla aynı adı taşımıyorsa, bir çok soru veya itirazla karşılaşabilirsiniz. Düzenlemeler veya sistem de buna izin vermeyebilir. Sözgelimi, bir dersanenin sahibi benden, kurumunda iletişim dersleri vermemi rica etti. Ama düzenlemeler, bu dersleri verecek olan kişinin halkla ilişkiler bölümünden mezun olması gerektiğini belirtmekteydi. Diyelim ki Gandhi yaşasaydı, bu türden iletişim dersleri veremeyecekti, çünkü Gandhi, halkla ilişkiler mezunu değildi, hukuk mezunuydu! Elbette kendimi bu büyük liderle aynı kefeye koyuyor değilim, ama ben de bir eğitimci, tercüman ve yazar olduğum ve hayatımı iletişim kurmakla kazandığım hâlde bu dersleri vermem mümkün olmadı! Allah'tan seminerler vermek için böyle bir şart gerekmiyor!

Bu yolda karşınıza anlamsız itirazlar da çıkar. Mesela İngilizce öğretmeni olduğunuz için, aslında iyi bir mesleğiniz olduğunu ve başka bir alana geçmenizin gereksiz olduğunu söylerler! Hâlbuki ben İngilizce öğretmekten nefret etmediğim gibi, iletişim seminerleri verdiğim için işimi de bırakacak değilim! Bu iki alan, benim için birbirini besleyen iki kaynak olageldiler. Bunu anlatmaktan çoktan vaz geçtim! Hem derslerimi hem de seminerlerimi verip, yoluma devam ediyorum!

Bir gün bir bayan öğrencimle konuşuyordum. Meslek Yüksek Okulunun muhasebe bölümünde okuyordu. Sohbet sırasında, aslında çocuklarla ilgili konuları daha çok sevdiğini söyledi. Ben de ona isterse bu konuda kendisini geliştirebileceğini söyledim. Konuyla ilgili kitaplar okuyabilir ve zaman içinde geçimini be hayallerini bu iş vasıtasıyla kazanabilirdi. Ama ailesi buna izin vermiyormuş, çünkü muhasebecilik ölmeyen bir meslekmiş! Çocuklarla ilgili mesleklerin neden “ölümlü” olduklarını hâlâ anlayabilmiş değilim!

Ülkemizde veya belki başka ülkelerde de, sevmek deyince akla işiniz değil hobileriniz gelir. Genel anlayış neredeyse şudur: Gündüzleri “acı” çektiğiniz bir işte çalışır ve akşamları veya hafta sonu da sizi rahatlatan ve size keyif veren bir hobiyle uğraşırsınız! Hobinizi iş hâline getirmeye kalkarsanız, bazı kişiler size eşinizden boşanıp, başka bir kadınla evlenmek isteyen birisine yaptıkları muameleyi yaparlar! Hâlbuki değiştirmek istediğiniz şey, eşiniz değil, işinizdir. Mantıklı bir stratejiyle, bir sektörden diğer bir sektöre pekâlâ geçebilir veya her ikisinden de para kazanabilirsiniz!

Sevdiğiniz bir işi yapmanın en büyük dezavantajlarından birisi de, bu sevginizin kötüye kullanılması riskidir. Bir iş severek ve mızıldanmadan yapan insanların hakkıyla takdir edildikleri bir ülkede yaşamıyoruz. Sizin yaptığınız işten keyif aldığınızı gören kişiler, size verdikleri ücreti düşük tutma eğilimine girmektedirler. Böyle yapmaları, belki yeterince “acı” çekmediğiniz, belki Pazartesi sendromları yaşamadığınız veya iki de bir mızmızlanmadığınız içindir! Sebebi veya sebepleri ben de tam olarak anlamış değilim!

Bir gün bir arkadaşım, sevdiğim bir ülkeye tercüman olarak gitme teklifi alırsam, sevincimi belli etmemem gerektiğini, çünkü bunun bana önerilen fiyatı düşürebileceğini söyledi. Haklıydı da! Sevdiğim veya daha önce görmemiş olduğum bir ülkeye tercüman olarak gitmek için ücreti biraz düşük tutabilirim. Ama hepten bedava hizmet almaya çalışmaları çok komik olur, ama ne yazık ki bu olabiliyor! Yahu ben de poker oyuncusu değilim ki, sürekli duygularımı saklayayım!

Bana en komik gelen şey de şudur: İşinizi sevdiğinizi belli edip, normal olan ücreti istediğinizde karşınızdaki kişi bir “hain” görmüş ifadesi takınabiliyor. “hem işini seviyorsun, hem de herkesin istediği ücreti istiyorsun, bu nasıl iş?” der gibi bakıyorlar! İşte o zaman içimden kahkahalarla gülmek geliyor. İşini seviyor olmakla, bedava çalışıyor olmak arasındaki farkı anlatacak hâlim yok! Devlet, “sevdiği işi yapanlar, bazı hizmetleri bedava alacaklar” diye bir yasa çıkarırsa, ben de o zaman hizmetlerim karşılığı para almak veya indirim yaparım!

Sevdiğiniz iş, somut bir ürünü değil, hizmet satmaksa, diğer bir zorluk sizi bekler: İnsanlar, aldıkları ürünün en azından maliyetini ödemek konusunda tereddüt etmezler. Ama onlara zaman kazandıran bir danışmanlık hizmeti için ücret ödemek, ülkemizde yeni gelişen bir beceridir. Temel sorun, tavsiyelerinizin bir değer üretmemesi veya bu değerin alıcının işine yaramaması değildir. Tavsiyeleriniz, hem değer üretirler, hem de işe yararlar, ama soyutturlar. Dolayısıyla bazen peynir satan birisinin gördüğü itibarı görmeyebilirsiniz! Çünkü peynir elle dokunulabilen ve tadına bakılabilen bir üründür!

Yinede “ya işinizi sevmeye çalışın veya sevdiğiniz bir işe doğru geçiş yapın” derim!
-------------------------
www.savassenel.com
-----------------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Gandhi Hakkında
Gandhi ile ilgili güzel bri film
En çok sevdiğim konuyla ilgili Yazılarım
Seminerlerim
Kurnaz Değilim, Ama Kurnazları Tanırım!
Bu Nasıl Ticaret Kanka?
İnsan, Bazen Hayata Karşı Çocukça Bir Küskünlük Duyabilir
Yapmış Olduğum Bazı Anlaşmaları Bozduğum Oldu? Neden mi?
Girişimcilerin Öncelikleri
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
savassenel@hotmail.com
savassenel@yahoo.com

Sunday, December 21, 2008


BU NASIL TİCARET KANKA?

Öğrencilerime ve bana danışanlara verdiğim tavsiyeler, artık sadece insanları kandırmamak üzerine değil, hem kandırmamak hem de kandırılmamak üzerine olmaktadır. Çünkü bugün, sadece kandırmama erdemine sahip olmak yetmiyor, aynı zamanda kandırılmama özelliğine de sahip olmalısınız!

İş dünyasında geçirdiğim son 7 yıl, bana çok şeyi yakından görme fırsatı verdi diyebilirim. Ticareti “insanların istediklerini verip, karşılık olarak istediğiniz bir şeyi almak” olarak tanımlıyordum. “Karşımızdaki kişinin ihtiyacı olduğunu sandığı şeyi değil, gerçekten ihtiyacı olan ve gerçekten istediği bir şeyi ucuz veya pahalı değil, makul bir bedelle vermek” maddesini de bu tanıma ekliyordum.

Hâlâ da böyle düşünüyorum. Fakat konuyla ilgili olarak yapılan ve beni bazen acı acı gülümseten yanlışlar vardır:

Birincisi kavram itibariyle güzel bir şey olan ticaret, artık “karşıdaki insanın bilgisizliğinden, deneyimsizliğinden veya çaresizliğinden yararlanmak” anlamını taşır hâle gelmiş durumdadır. İnsanlar, bir kurum hakkında, “burası batakhane” olmuş” der gibi, “burası ticarethane olmuş” tabirini kullanmakta ve aslında "ticarethane" kavramına haksızlık etmektedirler. Ama bu duruma sebep olanlar yine ticaret yapan kişilerin bir kısmının, “karşıdaki insanın bilgisizliğinden, deneyimsizliğinden veya çaresizliğinden yararlanma” şeklindeki tavırlarıdır. İnsanların uyanık ve farkında olmaları takdire şayan, ama tilki kurnazlığı konusunda kariyer yapmaya çalışmaları beni hem güldürüyor hem de düşündürüyor!

Yanlış olan ikinci şey, “ticaret kurnaz, uyanık ve açgözlü kişilerin işidir, dürüst insanın işi değildir” inancıdır. Dolayısıyla dürüstlük ilkelerine bağlı kalan, çalışanlarının ve tüketicilerin haklarına riayet eden kişilerin, zorlukla ayakta kalabildikleri bir dünya kurulmuş oluyor. Çünkü siz bunlara dikkat ettiğinizde maliyetleriniz artmaktadır ve bu da ağır bir yük demektir!

Üçüncü yanlış ise yurdumun tüketicisine aittir. Tüketici, özellikle hizmet sektörlerinde verilen hizmetin kalitesini ve gerçekliğini ölçebilmekten uzaktır. Evet, tüketici her şeyi bilemez, ama okuma oranı düşük olan bir ülkedeyiz ve bu yüzden bir çok konuda ve iyice donanımsız kalan tüketicinin gerçekten rüya gördüğü zamanlar olmaktadır! Sözgelimi “6 ayda İngilizce öğreteceğiz” vaadiyle kandırılan kişilerle tanıştım. “6 ayda İngilizce öğretirim” diye reklam yapanlar, en ufak bir vicdan azabı duymuyorlar. Ticarethane değil, para makinesine dönüşmüş olan kurumlarında mutlu-mesut (!) yaşayıp gidiyorlar! Evet, bir insan 6 ayda İngilizce öğrenebilir, ama ne düzeyde ve ölçüde? Bunu düşünmek lazım derim. Bu arada normal olmayan beklentilere giren ve başarısızlığa uğrayan kişi, sadece parasını değil, aynı zamanda hayallerini ve insanlara olan inancını yitiriyor!

Bütün bunların ötesinde gördüğüm en ilginç olaylar, iş veya ticaret yaptıklarını söyleyen bazı kişilerin, tilki kurnazlığı yapacağım diye sadece karşıdakini değil de, aslında kendi işlerini de baltalamalarıdır ve bence bu, sürecin doğal bir parçasıdır. Sözgelimi ben, bazen öyle iş teklifleri alıyorum ki, ben “evet” desem de karşımdakinin benim o işi o fiyata yapacağıma inanmaması gerekir! Hatta birisine bunu da sordum: “Güzel insan, öyle bir teklif yapıyorsun ki, ben “evet” desem de bu fiyata bu işi yapacağıma inanmamalısın!”

Çıkardığı kitapların aslında yararlı olmadıklarını söyleyen yayınevi sahiplerine veya sattığı ürünlerin etkisiz olduğunu itiraf eden satıcılara rastlıyorum. Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum! Çocuklarına “Hayatımı yararına ve etkisine inanmadığım bir işten kazanıyorum” diyecekler ve biz zavallı eğitimciler de, onların çocuklarına dürüst olmayı öğreteceğiz. Bu hiç de adil değil!

Bir çok kişinin çocuğunun simit satmasına razı gelmeyeceği hâlde, içinde “rüşvetin” kol gezdiği işlerde yer almasına ses çıkarmadıklarını görüyorum. Evet biraz iki yüzlüyüz sanırım! Çocuklarının evlerine aldıkları plazma TV’leri ve ne kadar mutlu olduklarını anlatıyorlar! Rüşvet-avanta almak, zamanla zihinsel temellerini oluşturan ve ihtiyaçtan çıkıp alışkanlığa dönüşen bir bağımlılıktır. Dilencilerin önce ihtiyaçtan, ama zamanla alışkanlıktan ve rahatlık bölgesine girmelerinden dolayı dilenmeye devam etmeleri gibi, rüşvet almak da bırakılamaz bir hayat tarzı hâline gelir.

Her zaman derim: Bu milletin de, devletin de, tüketicinin de parası bitmez. Ama ben kırılan gönüllere, sönen hayallere ve sonunda ödenen bedellere üzülüyorum. İnsanların “zaten böyle” tavrını bırakıp, kendi çizgilerini belirlemelerini istiyorum. “Zaten böyle” tavrına sahipsek, tüketicinin aldatılmasından, hayvanların ve insanların eziyet görmelerine veya insan ticaretine kadar her konuda, herkesi aklamış oluruz. Çünkü hepsi birer sektördür ve bir şekilde devam edip-var olacaklar.

Kişisel olarak bunların kökünü kazıyamayız. Ama nasıl bir duruşumuz olacak? Yerimiz neresi? Çocuklarımıza ne diyeceğiz? Önemli olan sorular bunlar.
----------------

www.savassenel.com
----------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Ben Yazmayayım da Kimler Yazsın?
Köçeklerle Vals Yapılmaz!
Dostum, Çok mu Safım Sence?
Merhametli Olmak Masraflıdır!
Çok Kitap Okudum da Hayatım Değişti!
İnsan Bazen, hayata Karşı Çocukça Bir Küskünlük Duyabilir!
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
savassenel@hotmail.com

savassenel@yahoo.com